Soğan deyip geçmeyin;

Yemeklerin olmazsa olmazı, atasözlerinin ve özdeyişlerin ana teması, kimi yerlerde baş niyetine geçer, kimisi cücüğüne bayılır, kimi reyiz gibi vurur yumruğu üstüne kuru ekmekle götürür…

Durduğu yerde çürür de bu meret; o zaman kilosu 5 para bile etmez!

Göz yaşartır, sarhoş ayıltır, fazlası bayıltır!.. Tarihteki o ünlü “hoşafın yağı kesildi…” denilerek başlatılan Yeniçeri isyanının da asıl nedeni yemeklerde çürük soğan kullanılmasıdır…

Yani soğanın çürüğü herkesi isyan ettirir…

Bizim millet her nedense çürük olayına, çürümüşlük olayına ters bakar; çürüklük nasıl ve nereden kaynaklanmışsa hayatta unutmaz, hafızasına nakşeder…

Politikada da bazen çürümeler görülür, Shakespeare’nin Danimarka Krallığında gördüğü çürümüşlük, günümüzde bizim gibi ülkelerde Fırıldak Kubi olarak ortaya çıkar, Nazlı Ilıcak versiyonlarında artistik patinajlar sergiler, yavaş yavaş bir alışkanlık haline gelir ve sonunda erişebileceği en uç boyuta vararak s.oğan olarak gündemdeki yerini alır.

Toplum bu tiplerin adını “dönek” olarak dağlara taşlara yazar… Ve şu da bir gerçek ki, Kubi ile Ilıcak günümüzdeki döneklerin yanında masum kalır…

Hani bizim şu ünlü özdeyişimiz var ya; “ Ya tuz kokarsa?”

Bundan böyle şöyle bir cümle de eklenebilecek buna; “ya soğan çürürse?”

Yapacak bir şey yok…

Geçim dünyası bu; bazı psikologlar bu olayı “şartlı refleks” kavramıyla açıklamak isterler…

Şöyle;

Pavlov, refleks kavramıyla içgüdüyü açıklamış, içgüdülerin karmaşık reflekslerden oluştuğunu savunmuştur. Ayrıca Pavlov'a göre, şartlı refleksin incelenmesi, hayvan fizyolojisinde yeni bir inceleme alanı doğmasına neden olmuştur. Pavlov, insanlardaki gurur, terbiye gibi olguları da şartlı reflekslerle açıklamıştır.

Dönme, dönüş, döneklik kavramları da şartlı reflekslerle açıklanabiliyor, Pavlov’un köpeğine attığı kemiklerin köpeğin ağzından akan salyaları etkilediği kanıtlanmış bir olgudur…

Karışık bir olay bu, fazla girmeyelim de kimsenin kafası, midesi bulanmasın!..

Bizim ve milletin bulanmış zaten bulanacağı kadar, yalan mı?

Bu aşamada “al hayrını gör” demek de en iyi yanıt değil mi?

Hey gidinin soğanı hey,

Pazarda 5 para etmezsin ama iş fırıldaklığa gelince gözde pardon sözde kahraman(!) sensin…

Gelecek her türlü yaşam ve yazım tarzında da kendini çürüklerin arasında göreceksin…

BİR TAVŞAN HİKAYESİ

Vatandaş evinde tavşan besliyor, çocuklar tavşanların etrafında, günler haftalar güle oynaya geçiyooooorr…

Geçiyor ama tavşanlar da çoğalıyor!

Üç, beş derken sayıları yirmiyi buluyor…

Evde koku, yaşadığı apartmanda komşulardan yakınmalar filan derken tavşan sahibi ZGC’ye başvuruyor, “aman bana bunları verebileceğim bir yer” diye yalvar yakar…

ZGC başkanı Derya Akbıyık belediyeden özel idareye kadar her yeri araştırıp soruşturuyor ama bizim tavşanları alan, kabul eden yok…

Birisi “Bartın…” diyor, “Belediyenin hayvanat bahçesi gibi bir yeri var” diyor, falan filan derken arıyorlar Bartın belediyesinin ilgilisini, o da “şimdi bir araç bize Ankara’dan bu işlerle ilgili olarak geliyor, arayayım oraya da uğrasın sizin tavşanları alıp öyle gelsin…” diyoooorrrr…

Araç akşamüzeri Zonguldak’a geliyor, şoför tabii ki buralı değil, zorlanıyor; Başkan Derya Akbıyık işini gücünü bırakıp nakil aracını buluyor, tavşanların bulunduğu eve götürüyor, tavşanlar alınıyor, bu arada evde tavşanları sahiplenmiş olan çocuklar feryat figan, vs. vs. vs…

Neyse; sonuçta tavşanlar toplanıyor, paketleniyor, araca konuluyor, yola çıkıyor ve Bartın’a yeni yuvalarına kavuşuyoooor.

Şimdi;

Biz bu hikayeyi neden mi yazdık?

Böyle evcil hayvanları sokağa terk etmek yerine bir kamu kuruluşunun, özellikle bir belediyenin şefkatli kacağına teslim etmek isteyenler var, var ama bunları alacak öyle bir yer yok bizim memlekette…

Belediye saat kulesi yapacakmış, onunla(!) meşgul…