Yabancı emeklinin halini herkes biliyor…

Neredeyse tüm dünyada, çağdaş ülkelerde emekliler ömürlerinin son günlerini başka ülke ve medeniyetleri gezerek sürdürürler, bizim ülkeye de uğrarlar. Biz bunlara gıpta ile bakarız. Mevsime uygun giysileri, yanlarında eşleri çocukları torunları, en güzel lokantalara gidip yemek yiyenler, en güzel müzikli mekanlarda birlikte dans edenler, dükkanlara girip çıkarak alışveriş edenler…

Yerli emeklinin halini de herkes biliyor…

Daha iki sene öncesine kadar emekli ikramiyesiyle ev alabilen bizim emekli pazaryerine akşam saatlerinde gider, satılmamış sebze ve meyveyi ya toplar ya da beşte bir fiyatına alır; lokantaya filan gitmeyi son zamanlarda rüyalarında görür, bırakın lokantayı çay ocağına bile otururken “bir de ona ısmarlamayayım” diyerek etrafına tanıdık var mı yok mu diye bakınır, kahve filan zaten içemez, nedenini biliyorsunuz; öyle dansmış mansmış zaten bilmez bilse de gidemez, imi kadeh atma durumları olanlar şimdilerde musluk suyuna talim, çünkü o şimdilik bedava, deniz kenarına oturup bir cigara içme zevkleri vardı, cigara 35 kâğıda dayandı, torunlarına bırakın çikolatayı çiklet bile alamaz olduuuuu, işin en acı yönü de ne biliyor musunuz? Helaya bile gidemez bizim emekli sokaklardayken, işemek bile 5 liraya dayanmışken bizim emekli beleş su dökecek yer aramaktan altına kaçırır, kent merkezindeki kuytu duvar diplerinin neden leş gibi koktuğunu her halde anlamışsınızdır.

Hastanelerde randevular da altı ay, sekiz ay gibi sonraya verildiğinden damarları tıkanır bizim emeklinin, en önemlisi de beyin damarları tıkanır, oy verirken de bu nedenle şaşırıp sapıtır…

Beyne giden damarlar bu nedenle çok önemlidir çoookkkkkk…

Zaten emeklinin pili bitmiştir de, çoluğunun çocuğunun torununun geleceğini kavramaktan damar tıkanıklığı nedeniyle habersiz kalmıştır.

Farkında olsaydı eğer;

“sam, toni, coni, frank, herkel;

İki de keklik bir kayada ötüyor,

Aman… Aman…”

Şeklinde vaaz verip hiçbir icraatı olmayan başka beyin damarları tıkanık olanlara oy verir miydi?

GÜMÜŞLÜ ZURNA

Zonguldak’ın son yıllarda içine düşürülmüş olduğu durum içler acısı… Yollar bozuk yürümek olanaksız, kent merkezindeki cadde ve sokaklara döşenmiş olan parkeler yerinden oynamış yağmurlu havalarda üstünüz başınız batar, mahalle arası yollar,  sokaklardaki rezaletler en ilkel yerleşim birimlerinde bile yok, yaparlar bir ay sonra kazarlar, vatandaş bunlara aracını vurmaya korkar, köylerde bile yolar daha iyidir…

Kent merkezimiz ise dilenci merkezi…

Dilenciliğin her boyutu serbestçe sergileniyor. Okullarında olması gereken çocuklar avuç açıyor, eline kıytırık bir dümbelek alan “boş geçme abla…” diye ona buna yalvarıyor, şimdi bir de köçekler çıktı… sanki ana cadde değil de panayır yeri!

Benim asıl şaşırdığım konu ise bazı yetkililerin “baş edemiyoruz” şeklindeki savunmaları…

Bu mübarek; aklına hiç bunların elindeki aletleri toplamak da mı gelmiyor? Haaaa? Kimi kandırıyorsun?

Şimdi bir de şehrin göbeğindeki ekmek, dondurma satanların yanlarında türeyen başkaları da çıktı; “abiii, evde ekmek yok bi tane de bana al, çocuğumun canı dondurma çekmiş alıveeee bi tane…” diye dilenen gruplar çıktı. Dilenmenin bir başka boyutu, park ettikleri satış merkezinin önünde saatlerce duygu sömürüsü yapıyorlar…

Şimdi, bütün bu olumsuzlukların nedeni olan belediyemiz bir saat kulesi yapacakmış, kentin merkezine dikecekmiş…

Bana palavra gibi geliyor, gündem değiştirmenin bir yolu gibi;

Bir liman kenarı düzenlemesini TOKİ’ye rağmen 4 senede bitiremeyenlerin neye güvenip saat kulesi yapacaklarını anlamak güç…

Walla aynı Karadeniz fıkrası gibi:

Ayranı yok içmeye;

Neyine gerek gümüşlü zurna?

Uymadı mı canım?

Uyanından da bulur söyleriz, sen önce şu kentin göbeğinde vs. yerlerde fincanı 40 liraya satılan kahve işini hallet. Kahvenin kilosu 250 lirayken kaşığını 40 liradan satmak veya satışına göz yummak hangi vicdanın eseri?