TÜRKİYE EKONOMİSİNDE GELİR DAĞILIMI  İKTİSADİ KIRILGANLIK İLİŞKİSİ

Abone Ol

İktisadi kırılganlık dönemleri zorlu ve sıkıntılı süreçlerdir. Fakat bazen de olumlu neticeler de ihtiva eder. Kırılganlık safhaları güvensizliğin, belirsizliğin ve riskin hakim olduğu dönemlerdir. İşte böyle dönemlerde fertlerde, hane halklarında ve tüzel kişiliklerde tasarruf meyli artar. Bu da mikro planda geliri doğrudan, makro planda ise dolaylı olarak artırıcı tesire sahiptir.Türkiye örneğine bakıldığında genellikle en fazla rastlanan Mal ve hizmet piyasaları ekonominin doğrudan üretim yapan kısımlarıdır. O halde reel kırıl ganlıklar mal piyasalarındaki arz talep dengesinin bozulmasın dan ileri gelir. Arz noktasından ele alındığında beklenmedik maliyet artışları, teknolojik değişimler, doğal afetler, finansman sorunları, ham madde ve ara mal noksanlıkları gibi birçok etken üretimde problemlere yol açar. Dolayısıyla GSMH artış hızında yetersizlikler meydana gelir ve bu da arz kaynaklı bir kılıganlık manasına gelir. Olaya talep cephesinden bakılırsa piyasadaki talep daralması göze çarpacaktır. Aslında iktisadi kırılganlıklar dünyadaki cari ekonomik sistemin kronik hastalığıdır ve sürekli nükseder. Bu nüks ekseriyetle talep yetersizliğinden kaynaklanır. Çünkü mevcut sistem mütema diyen üretim üzerine bina edilmiştir. Bu sürekli üretim ve stoklanma, mukabilinde talebi göremezse kırlganlıklar patlak verir. Nitekim 1929 Büyük Bunalımı’ndan sonra hakim olmaya başlayan Keynes yen Ekonomik Model, bu daralan ve sıkışan talebi canlandırmaya yönelik devlet müdahalesini destekliyordu. Mal ve hizmet piyasala rında dengenin bozulmasına neden olan ve talep daralmasından kaynaklanan kırılganlıkların sebepleri arasında likidite yetersizliği, satın alma gücünün azlığı, yüksek enflasyon, piyasalardaki güven sizlik, gelir dağılımındaki adaletsizlik gibi daha birçok unsur göste rilebilir.

                                 *       *        *

Diğer bir kırılganlık şekli ise işgücü piyasalarında emek talebi ve arzı arasındaki dengesizlikten kaynaklanan kırılganlıklardır.Arz ve talep arasındaki dengesizlik sonucu işsizlik meselesi ortaya çıkmak tadır.İşsizlik en genel tanımıyla, çalışma istek ve kabiliyeti bulundu ğu halde cari ücret haddinde iş bulamama vaziyetidir.İşsizlik ictimai hayata zarar verdiği gibi ferde de psikolojik, ruhi ve bedeni açılardan da zarar verir. İşsizliğin ferdi zararları temelde iki noktada ele alına bilir. Bunlar bedeni sağlık sorunları ve ruhi sorunlardır. İş sahibi ol mak ferde hayatını kazanma imkanı, zaman algısı, sosyal çevre,sos yal kimlik, statü ve hayat düzeni gibi faydalar sağlar. Dolayısıyla işini kaybeden şahıs bu hak ve faydalardan mahrum kalacaktır. İş sizlik endişe, depresyon, umutsuzluk, hayattan zevk alamama, öz güven kaybı, karamsarlık, işe yaramama duygusu, boşluğa düşme  ve asabiyet gibi ruhsal sağlık sorunlarına sebep olabilir. Bu kapsam   da ciddi sayılabilecek öteki unsurlardan finansal kırılganlık ise; Fi nans sektörü bir ekonominin sermaye kanadını oluşturan ve reel ekonomiye kaynak aktaran koludur. Bu sebeple finans sektöründe ortaya çıkan bir problem kaçınılmaz olarak reel sektörü de vuracak tır. Bu bağlamda ekonominin bütününü tesiri altına alan finansal kırılganlıklar dış borç, döviz ve bankacılık krizi olmak üzere çeşit      lendirilmektedir.Bu unsurlardan dış borç kırılganlığı; kamu veya özel sektörün dış borçlarını ödeyememesi neticesinde vuku bulan krizlerdir. Dış borç krizi ekseriyetle az gelişmiş ülke ekonomilerinde meydana gelir. Az gelişmiş ülke ekonomileri, sermaye yapıları bakımından güçsüz oldukları için yatırımlarını ya karşılıksız para basarak ya da dış borç ile finanse edecektir. Karşılıksız para basma nın maliyeti ise doğrudan fiyatlar genel seviyesini sıçratmaktır, ki  bu durumda geriye dış borç seçeneği kalmaktadır. Bu durum da az gelişmiş ekonomileri dış borca bağımlı hale getirir ve bu noktada kırılgan bir yapıya sahiptirler.Bu kapsamda unsurlardan döviz krizi ise, bir ülke parasının spekülas yon neticesinde önemli ölçüde değer

kaybettiği veya piyasalardaki etkin yabancı para cinsinin aşırı değer lendiği veya para politikası otoritesinin (genelde merkez bankaları) devalüasyona gitmek mecbu riyetinde kaldığı vaziyetlerde vuku bulan krizlerdir. eratürde “para krizi” veya “ödemeler dengesi krizi” olarak da adlandırılan döviz krizleri dış borcu yüksek olan ekonomi lerde ağır tahribata sebebiyet vermektedir. Çünkü dış borç döviz cin sinden olduğu için milli paranın değer kaybı, mevcut borcu da kurla rın yükselmesi nispetinde artıracaktır.Bankacılık krizi de; Bankalar tasarruf sahibi mudilerden topladıkları fonları gerçek veya tüzel kişi lere kredi olarak tahsis eden ve mukabilinde kredi faizi temin eden müesseselerdir. Banka, bu kredi faizinden daha düşük bir mevduat faizini de mudilerine vermektedir ve kredi faizi ile mevduat faizi arasındaki fark ve işlem ücretleri kadar nema elde eder. İşte bu dön gü içerisinde, bankanın verdiği kredilerin geri ödenmesinde problem lerle karşılaşılırsa banka zarara uğrar. Üstelik asıl fon sahibi mudile rine de mevduat faizlerini ödeyemez hale gelir. Bu noktada banka veya bankalar veya bankacılık sektörü krize girer, ki literatürde buna bankacılık krizi denir. Bankacılık krizlerinin tesiri ekonominin bütü nüne şamildir. Hatta yapılan çalışmalara göre para krizleri ortalama bir buçuk yıl sürerken bankacılık krizleri ortalama üç yıl sürebilmek tedir.

                                         *       *        *

Sonuç olarak,iktisadi açıdan bir genelleme yapmak gerekirse;gelir dağılımı ile iktisadi kırılganlık arasında çok yakın bir ilişki bulundu     ğu gibi büyüme ve gelir dağılımı arasında bir korelasyon ilişkisine de raslanılmamıştır.Bu yönde Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) 2018 yılına ait Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması, ülkedeki en yüksek ve en düşük gelir gruplarının toplam gelirden aldığı pay farkı nın daha da arttığını ortaya koymuştur. Araştırma sonuçlarına göre; en yüksek gelir düzeyine sahip yüzde 20'lik grubun toplam gelirden aldığı pay bir önceki yıla göre 0,2 puan artarak yüzde 47,6'ya yükse lirken, en düşük gelire sahip yüzde 20'lik grubun aldığı pay 0,2 puan azalarak yüzde 6,1'e gerilemiştir. Bunun yanı sıra gelir adaletsizliği ni ölçen Gini katsayısı da son 4 yıldır bu katsayı 1'e yaklaşıyor. Bu katsayının bire yaklaşması da gelir adaletsizliğinin arttığını göster    mektedir. Toplumun bir kesiminin ortalama refah düzeyinin belli bir oranın altında kalması durumu "göreli yoksulluk" olarak tanımlanı yor. TÜİK'in açıkladığı son istatistikte, ortalama gelirin yüzde 50'si dikkate alınarak yapılan hesaplamalara göre, göreli yoksulların sayı sı bir önceki yıla oranla 0,4 puanlık artış ile yüzde 13,9 oranına yük    selirken, son dört yıllık verilerin göz önünde bulundurularak belirlen diği "sürekli yoksulluk" oranıysa 2017'de yüzde14 iken 2018 yılında yüzde 12,7 oldu.Gelir adaletsizliğinin geldiği noktada TÜİK verileri ne göre, nüfusun, yüzde 70,4'ü konut alımı ve konut masrafları dışın da taksit ödemeleri veya borçları olduğunu, yüzde 58,3'ü evden uzak ta bir haftalık tatil masraflarını karşılayamadığını ve yüzde 11,5'i ko nut masraflarının hanelerine çok yük getirdiğini beyan etmişlerdir. Finansal sıkıntıda olma durumunu ifade eden "maddi yoksunluk"; çamaşır makinesi, renkli televizyon, telefon ve otomobil sahipliği ile beklenmedik harcamalar, evden uzakta bir haftalık tatil, kira, konut kredisi, borç ödemeleri, iki günde bir et, tavuk, balık içeren yemek ve evin ısınma ihtiyacının ekonomik olarak karşılanamama durumu ile ilgili hanehalklarının algılarını yansıtıyor.Bu belirtilen maddeler den en az dördünü karşılayamayanların oranı olarak tanımlanan cid di maddi yoksunluk oranı ise 2017 yılında yüzde 28,7 iken 2018 yı lında 2,2 puan düşerek yüzde 26,5'e gerilemiş bulunuyor.